Quantcast
Channel: KAFKAOKUR
Viewing all 150 articles
Browse latest View live

Kral ve Düşünceler

$
0
0

Mor ve ötesi ışınlarda süt emmiş bebeklerdi onlar. Kiminin ismini çoktan unuttum, zaten çoğunu da ben tanıyamadan öldürdü kral. 

Atları çok severdi iktidarsız adamlar; ve üzerlerinden inmeden susmayı bilmezlerdi bellek papatyalarımda dört nala koşan aciz ruhlar.

İçtikleri şarabın daha ilk yudumunda beliriverirdi kentin en güzel kadınları; bir üzüm çekirdeğinin tortusunu vicdanımdan gasp eder bir halleri vardı bana sorarsanız. Anlaşılmaz aşk şiirleri dilenirdi onlardan esmer sokakların hatırası; sadakalar hep bilindik bir iki mısra olurdu, kimine göre cevapların en alası.

Sorumsuz bir babanın soğuk avuçlarında can veren bebeklerdi onlar. Ne Beckett doğmuştu, ne de absürt tiyatrosu henüz o zamanlar.

Dilbilim kuramları bir çırpıda boğardı gençliğin haykıran tiz sesini; geçmişi sorgulayanlar hor görülür, geleceğe doğru daima ''Marş, ileri!''

Varlığın bir çırpıda sonlandırılması okutulmazdı Charlemagne'nın öğrencilerine; düşünen halk zora sokardı hükümdarın pahalı vazosunun bir kibrit çöpü bile etmeyen zihnini. Söyleyemedikleri sustururdu bir fikir suçlusunu tutulduğu zindanda; ve kendisinden altı saat uzaklıktaki ülkesini görmesini yasaklayanları her sabah gazetelerde gördüğünde, üst ranzadaki annesine ağlamaktan çekinirdi kitap, soğuk bir Pazar gecesinin aldıramaz işgüzar nefsinde.

Ağlamayan, ve gözleri dolu bebeklerdi onlar. Ne adları yazıldı büyük puntolarla tarih defterlerine, ne de diz çöktü kundaktaki yaşıtları, süt kokulu hatıralarına.

Yalnız bir genç kadın hatıralarını bir bir sıralarken herhangi bir akşamın herhangi bir vaktinde; ölüme diz çöktü sırlarla dolu Sylvia, intihar kokan 58 doğumlu Marmara denizinde. Ve kendi kendine konuştuğu gecelerden birinde, istemsiz; ceza hak etmeyen cezalı çocukları andı, diz kapaklarının saati yanlış gösteren yorgun gölgesinin ıslak yenilgisinde.

Cansu Eraydın
Fotoğraf: Cansu Eraydın/Arşiv

Kadınları arayış sanatı...

$
0
0


Düşündü filozof,
geceden gündüze, 
Güneş'ten Ay'a;
evreni,
     yaşamı... 
Sorguladı birçok şeyi...
Düşünce tarihine baktı,
siyaset tarihine de
Bir şeyler eksikti..
KADINLAR!!
o kadınlarki cennettirler.
Güneş onlar için doğdu,
ay ise parladı..
Peki ama neden kadınlar?
Eksiksiniz tozlu raflardan
Gizlenmiş bir tarih
saklanmış bir düşünce olamazsınız

KADINLAR...
Çıkın, haykırın
Verin bereket dolu ellerinizi,
katılaşmış topraklara...
Açsın gonca güller
Gelsin bahar...
Yoksa kalkmaz,
kalkmaz bu cansız toprak,
Can çekişen bedenimden...

                           Küpeli şair
                                               Resim: Cantekin Doğan

Sayı 4

$
0
0

Mart Nisan - 2015

Kafka Okur Sayı 4
Kadınlık Çıkmazı, FEYZA ALTUN MERİÇ
Bir Mine Söğüt Röportajı, NERGİS SELİ
Çok Yaşa, DİLAN BOZYEL
ACZ, SALİH SAMET GÜR
‘Tohum’OLUŞ, KÜBRA M. BÜYÜKKIYICI
Dile Gelmişsin İstanbul, MELİSSA KEÇELİ
Labirent Yolcusu, FİLİZ KORUR
Dünyevi Zevkler Bahçesi - Hieronymous Bosch, EFKAN OĞUZ
Tanrım kurtar beni!, FRİDA KAHLO
Anlamsızlıktan Umuda..., SABANUR YILMAZ
Yitirmeler Diyarı, CEMAL TUZAK
Kum Saati, MERVE ÖZDOLAP
Oyun, HALİL BABİLLİ
Dünün Aynısı, ASLIHAN KELEŞ
Kürk Mantolu Madonna, Sabahattin Ali
Tutunamayanlar, Oğuz Atay
Asfalt Ovalarda Gezen Pan, HAVVA EMRE
Kütüphane Sahipleri Bilir, GÜLŞAH KÖKSAL ÇEKİCİ
Milenaya Mektuplar, BURCU BARAZ
Sabahçı Kahvesi, SILA MUTLU
Döngü, EMRE AKSOY
Amelie, GAMZE İYEM
Aylak Adam, BERK İLERİAK
Satranç, OZAN KIRICI - DENİZ GÜL

Illüstrasyonlar ve Görsel Sanatlar
Beste Kopuz
Tülay Palaz
Dilan Bozyel
Rabia Kip
Muhammed Ali Üzen
Leyla Kanber
Hilal Kosovalı
Songül Çolak
Leyla Özlüoğlu
Özgün Demiröz
Erhan Cihangiroğlu

Özgecan Aslan İçin

Bu Dünyadan Çekip Gitmeden Evvel, Gülümse!

$
0
0



Varsın olsun çocukluğunda gördüğün zulüm içine işlesin. Temelin acı ve sağlam, kişiliğin efkar ve gerçek olsun.
Hayatı olduğu gibi kabullenirken zaaflarını göstermekten eksik kalma; sana iyi bakanlara şükret, senden kötü bahsedenlere kitap hediye et.
Ne yaşarsan yaşa kin gütme, çünkü hayat organların için kısa, aklın için uzun bir yolculuk; onlara iyi bak, ve bakarken başkalarının da senin gibi olduğunu görmemezlikten gelme.
Hayatı iyi değerlendirebilmek adına dönüşü çabuk olacak yolculuklar yap; arkanda bıraktıklarını üzme, kendini onlardan üstün görme.
Tek gidişlik, ve dönüşü olmayan biletini yalnız yazı serüvenin için al; bir sabah yataktan Martin Luther gibi hayallerini bir kağıda yazarak kalk, aynı günün akşamında uykuya dalmadan evvel bir evsizin yoksulluğu içinde Tanrı'ya bir kağıt parçasında ne kadar aç olduğundan bahset.
Hayvanlara sarıl, onlarla sohbet et; çıkarttıkları seslere kulak as, onların güdülerinin hepimizden güçlü olduğunu unutma. Gelecekteki bir felaketin habercisi belki pencerenin önündeki karıncalar olacaktır, onları ekmek kırıntılarıyla beslemeyi kendine borç bil.
Doğanın sana en büyük armağanı olan ağaçları ve denizleri sev; ormanda çadır hayatının tadına bak, sonsuz mavinin kuytu köşelerinde balıklarla sırdaş olmayı dene.
Seveceğin bir işte, kimsenin hakkını yemeden çalışmaya gayret göster; insanlar seni adaletinle tanısın, yeri geldiğinde hatalarından dolayı sana itiraz da edebilsinler.
Küçükken yapmayı bildiğin en iyi şeyden, soru sormaktan çekinme; sorduğun sorular mantık çizgisinde, çevrene katkısı olacak bilmeceler olsun.
Ailene sarıl; metaforik anlamda değil, onları gerçekten kollarının arasına al; seni ninnilerle büyüten annenin kırışan ellerini öperken, her sabah hala genç bir delikanlı gibi koşuya çıkıp bacak ağrısından eve erken dönen babana onu ne kadar çok sevdiğini söyle.
Sevmeyi bil, ama sevilmenin değerini de hor görme; aşktan tutuşan kalbinin hep diri kalmasına dikkat et; onu ve rüzgarın sesini dinle, fakat aklına yatmayan gönül işlerinin içine kendini de başkalarını da atma.
İnsanların mutluluklarına saygı duy, onlara kötü gözle bakma, kıskançlığını törpüle ve kendin için doğru zamanı beklemekten vazgeçme.
Ne kadar haksızlığa uğrarsan uğra, kimseye karşı nefret duyma; sana kötü söz söyleyenlere karşılık bir avuç sessizlik ver, bu onları utandırmaya yetecektir, emin ol.
Hayata nerede ve nasıl başlamış olursan ol sen, sen olmaktan hiç çekinme; ve bu dünya da, sen de, hayal ettikçe var olacaksınız, bunu sakın unutma.

Lütfen sen de bu dünyadan çekip gitmeden evvel, bir kez olsun, gülümse!

Cansu Eraydın
Fotoğraf: Cansu Eraydın (Delhi/HİNDİSTAN)

Kırmızı

$
0
0

Ne kadar oldu kadın?
Altı gün,
iki hafta,
yoksa bir ay mı?
O kadar oldu ki 
Kurudu dudaklarım,
Çatlıyor...

özlemekteyim.
Çatırdayan ateşte,
ıslanan dudaklarını..

Unutmuşsundur;
diye düşünüyorum.
Arkanda bıraktığın, 
Üşüyen avare admı..
Sevilmeye muhtaç;
Sarmanımızı... 
Senden sonra 
Şömine'ye odun da atmadım.
Sarman bizim yerimizde 
Uyuklamakta...
Özledim kadınım,
Benim kollarımda,
Uyuya kaldığın geceleri.
Şarap,kadehlerimizde,
Yarım kalalı....

                             Küpeli şair
                                                  Resim: Cantekin doğan 

Kabuk Bağlayan Ruhi Bey

$
0
0

Ruhi Bey ben ne yapıyorum Ruhi Bey!
Size sormadan yazıyorum affedin beni Ruhi Bey. Bu mektup eşinizin eline geçmesin Ruhi Bey.

Kendimi kapatıyorum alamadığım sorumluluklara karşın, üstüne bir de sizinkilere musallat oluyorum; hayatınızı karıştırmak değil amacım, ben sadece kendi yolumu kaybettim Ruhi Bey. Domates pazarlığı değil bu Ruhi Bey, o domatesler hiç ağlamaz Ruhi Bey, hem duyguların pazarlığı olmaz -dengesizliğimi mazur görün- ben ne yapıyorum Ruhi Bey! Bir domates ile kendimi karşılaştırıyorum ve utanmadan size yazıyorum Ruhi Bey. 

Ne zaman kaybolduğumu hatırlıyor musunuz içimde hapsolan Ruhi Bey, ve beni terk edişinizi  -o gün sabahtan akşama kadar içtim diye- küfürlerle dolu bir önceki mektubumu okur okumaz benden gidişiniz size hangi rengi anımsatıyor Ruhi Bey? Siz hep kahverengi oldunuz Ruhi Bey, Hindistan'daki o filin kabuk bağlamış sırtı gibi. Siz artık kabuk bağladınız kalbimde Ruhi Bey ve ben sizi kazıdıkça daha da çok kanayarak bedenime renk kattınız. Kırmızı da güzel renktir Ruhi Bey, eksik olmayınız Ruhi Bey.

Çaresizim Ruhi Bey. Ve bu çaresizliğime aşığım. Melodram ile melodi neden birbirine bu kadar yakın kelimeler hiç aklınıza getirdiniz mi Ruhi Bey? Ben de getirmedim. Eşiniz görmesin bu mektubu Ruhi Bey. Ben yalnızca size son defa yazabilmek istedim, parmaklarımı kırıp denize atmadan evvel. 

Hayat geçiyor ve ben mutsuzum Ruhi Bey. Artık ölmeye yakın bir yerlerde son valsimi yapıyorum, unutulmak korkusunu bile taşımadan Ruhi Bey. Ben sizi evvel zamanlar içinde tanımıştım -eşinize söylemeyin ama- aynı dili konuştuğumuz için sizi çok sevmiştim Ruhi Bey.

Ben hiç doğru olmadım Ruhi Bey. Ve de hiç doğurmadım. Dünyaya neden geldiğimi bilmiyorum Ruhi Bey, burada herkes doğuruyor Ruhi Bey. 

Ben düşüncelerimi bile aklımda tutamazken, insanlar pi sayısının küsüratlarından beste yapıp sayıları piyanoda ezbere çalıyorlardı Ruhi Bey. Siz hiç bir sayının notaya dökülüşündeki zekayı bende hissedebildiniz mi Ruhi Bey? Cevabı içime doğru söyleyin, duymasınlar Ruhi Bey.

Adınızı hiç sesli anmadım, ama yazdığım her iki kelimeden bir tanesi hep sizin adınız oldu Ruhi Bey. Okuyanlar bana hep deli gözüyle bakarken, ben zaten deli doğduğumu düşündüm Ruhi Bey.

Uzaylıları başka gezegenlerde ararken kendi içimizdeki uzayı unuttuk, değersizleştirdik Ruhi Bey. Gökyüzüne doğru kaldırdığımız gözlerimizle kendi kalplerimize bakamadık. 

Aşklar dönüştü Ruhi Bey. Artık kimse kimseyi sevmiyor çünkü hepimiz kendi çaresizliğimizi yücelttik Ruhi Bey. Anlık mutluluklara güven olmuyor, biz de mutsuzluklarımıza sığınıyoruz Ruhi Bey. Ne hikmetse onlar bizi hiç terk etmiyor.

Boğuluyorum Ruhi Bey, artık son nefeslerimi alıyorum fakat onları bile veremiyorum Ruhi Bey. Ne olur bu mektubu eşiniz görmesin.

Ben çok kalp kırdım Ruhi Bey. Çünkü çok insan tanıdım. Eşiniz beni tanımasın Ruhi Bey, onun kalbi kırılmasın.


Cansu Eraydın
Fotoğraf: Cansu Eraydın (Delhi/HİNDİSTAN)

Bisiklet

$
0
0


Kediler ağlıyor.
Güneş batmış.
   gün bitmek üzere...
Kararmaya çalışan,
Kızıl sokak'ta
Süzülmekte çocuk,
üç teker bisiklet,
Bayır aşa...

Gelecek yakın.
O mutlu günler,
Sefalet bitecek,
Zenginlik baş gösterecek,
Sür bisikleti çocuk...
Çevir pedalı yarına,
Daha hızlı,
Daha özgür,
Doğacak güneş
Çoşku dolu günlere...
Bir gün kadar;
Yakın,
yakın günlere...

                                Küpeli şair
                                                    Resim: Cantekin doğan

YOKLUĞUNLA

$
0
0


Gittiğinden beri,

hızlandı herşey.

Gün geceye koşuyor,

Yıldızlar günde kayboluyor...

Yokluğuna alışayım diye mi ya?

Nafile…

Zaman dursaydı da yerinde,

Akmasaydı; böyle koşturmasaydı,

Kalabilir miydim yokluğunda?

Sanmam…

Buralarda mevsim bahara geçti diyorlar

Fark etmedim,

Yazık!

Halbuki baharı öyle severim.

Ruh üşümesi nedir, onu da bilmezdim eskiden.

Yanarak öğrendim.

Yokluğunla.


ep.

Reenkarnasyon

$
0
0

Saniyelerin duvardan bir bir döküldüğünü görüyorum. Sayıklıyorum. Her hasta sayıklar. Daha önce hiç işitmediğim sözleri son nefeslerimle odanın içine kusuyorum. Nerede olduğumu bilmiyorum. Buraya daha önce de gelmiş olabilirim. Ellerimi henüz bağlamamışlar ve ben Düşünen Adam’ın bacaklarına sarılıp ondan af dilemek için odadan çıkmaya çalışıyorum. Kapı yok. Ben mi görmüyorum? Siz mi sormuyorsunuz? Kapı yok ve çok duvar var. Dörtten fazla duvar sayıyorum. Belki yedi belki sekiz.

Geçmişe bakıyorum. Hemen sağımdaki dar, çatlak duvara. İsyan etmeye bile üşenmiş silik bir kadından başka hiçbir şey ifade etmeyen yüz hatlarım. Bu odada kurulacak çok cümlem var. Yazmazsam unuturum diyorum. Kalemim yok. Aklımın yarısı uykuda. Sayıklıyorum. Sayıkladıklarımı yazmak istiyorum. Yazmazsam bir süre sonra düşünememeye başlayacağımı hissediyorum. Düşünen Adam’ı akıl hastanesine dikenleri düşünürken, düşünmek için illa hasta mı olmak gerek, diyorum. 

Aynı avuntular, aynı dilekler. Sahtekarlığı basacak mürekkebim kalmadı diyorum. Soruyor musunuz? Yazılacak ne çok cümle vardı buraya düşmeden evvel. Sakin miyim, sakin kalabilir miyim bilmiyorum. Yerime yazacak çok insan olacaktır biliyorum. Ve kafiyeli sözcükleri basacak büyük yayınevleri. Çok satacak, hep satacak. Unutulma korkusundan, tanınma arzusundan kitapçılarda adları belirecek günü birlik adamlar. Neden? Öldükten sonra geride bir isim bırakabilmek için. Birkaç gün içinde gireceğim mezarın taşında beş harfli ismimi ne yapacağım bana neden sorulmuyor?

Yalnızlığı kendine yaşam tarzı bellemiş aklımı ameliyat etmek isteyen beyaz yakalı adamların odanın tavan arasından iri gözleriyle bana baktıklarını fark ediyorum. Kobay olarak önlerinde güzel bir örnek olmuş olabilirim. Kendimi ayrıcalıklı hissediyorum; hayatta ilk ve son kez bir şeyi başarabilmiş olma duygusu... Iskaladığım hayatımın insanlık için başarılı bir tedavi yöntemi olabilmesini diliyorum. Gülümsüyorum. Bu son tebessümüm oluyor.

Derken, dünyanın öteki ucunda...

Ellerim uyuşuyor, parmaklarım yanıyor, suratım kanlar içinde... Bir önceki hayatıma veda edip yeni annemin sancılarının bir ürünü olarak daha sonra hiç görmeyeceğim bir adamın kollarına doğru doğuyorum.

Aklımı suya sokup çıkartıyor bir hemşire, ve kulağıma şu cümleyi fısıldıyor: ''Hayatın bir roman olmayacak fakat sen hep başka romanları hayatına sokacaksın.'' 

Ağlıyorum.

Cansu Eraydın

Gidenin Ardından

$
0
0


Sen çok seyrek haksız çıkardın, çünkü az konuşurdun.
Az konuşurdun, çünkü çok düşünürdün.
Düşündüğünde de dinler, bakardın.

Çok okurdun, fakat az yazardın.
Gülümsemek için elinden geleni yapardın, sonrasında kendini zorladığın için kendine kızardın.
Göz yaşı dökerken seni avutanlara utancından bakamazdın.

Hiç asansöre binmezdin.
Ve hiç araba kullanmazdın.
Asansörü yaşamak için acele edenlere, arabayı uzun yola çıkanlara bırakırdın.

Az sorumluluk alır, az çalışırdın.
Kendine mektup yazar, yine kendinden cevap beklerdin.
Paylaşmaktan korkardın, çünkü derinlerinde yatan bir yara seni kurduğun her cümlede dürterdi.

Çok sigara içmene rağmen, tütün sarmasını bilmezdin.
Her şarabın tadına bakmış olsan da, isimlerini ezberlemeye üşenirdin.
Nasıl olduğunu soranları, kadeh kaldırarak sustururdun.

Geceleri içmeden evvel, tükenmez kalemlerini bir kutunun içine kilitlerdin.
Sokaktan çekindiğin için, odandaki duvarları boyardın.
Sarhoş olup yazılar yazar, ertesi gün hepsini silerdin.

Kendini tekrarlamaktan korkar, fakat hep aynı iki mısrayı söylerdin.
Yazarların hayatlarından çok, çevirmenlerinki seni ilgilendirirdi.
Ölmüş bir yazardan ziyade, kitabı çevirenin ölümü seni etkilerdi.

Sen hiç dans etmezdin, hep dans edenleri izlerdin.
Fakat çok yüzerdin, çünkü annenin karnını özlerdin.

Sen beni hiç bilmezdin, ben seni uzaktan seyrederdim.


Cansu Eraydın
Fotoğraf: Cansu Eraydın

Harf Meselesi

$
0
0

Doğanın üslubu intihara aykırı. Cansever hangi otelde attı ağzına son karanfili?
Şaşırdım gidiyorum bir beyaz yola doğru. Bu günlerde herşey temiz, herşey yolunda.

Sormaz mısın bana nedendir bu patolojik sarhoşluk? Her bitki içime doğru büyüyor artık.
Geberemiyorum sevgiden, susamıyorum çaresizlikten.

Uzun zaman evvel büyüdüm. Büyüdüm de babamın elini öptüm.
Eline doğru ezbere kondurduğum dudaklarımdaki tükürük damarlarındaki kandan geçti gitti; o ve ben artık akraba bile olmuş olabiliriz.

Devrik cümleleri sevdim. Devrik aşklarını sevemedim bir türlü. ''K'' harfinin yerine ''M'' gelseydi, herşey farklı olurdu belki.

Ben sana koştum. Sana doğru. Sana bakarak. Seni susarak. Sensiz kalarak.

Çok koştum bak bacaklarım titriyor şişmanlıktan. Ben koştukça şişmanladım. Şiştim, şiştim, içine sığamadım. Artık beni kucaklayacak ellerin yok.

Gittin. Çok gittin. Hep gittin. Herkesin herkesi gitmişti oysa. Kimi toprak altına, kimi Küba'nın herhangi bir sokağına. Ben o sokaklarda çok anı biriktirdim M. Fakat hiç gitmedim. Senden bir adım öteye ulaşamadım.

Sen belki şimdi Hakkari'de bir portakal ağacının dalısın, belki de karının mezarının başında ölmek üzere olan bir ihtiyar delikanlısın.

Kimse seni bilmeyecek, ne de hazin hikayeni. Doyasıya yaşa, herkesi ardında bırakarak; bombadan parçalanmaz ise şayet beynin, bir hikaye bırakarak insanlara.


Cansu Eraydın


Uyandı Sevda

$
0
0






Gün başlamıştı, 
Ta şu dağlar ardında. 
Ayşe yine okula değil;
Kazların peşinden gidiyor! 
Ahmet tarla sürmeye,
Emekli Ömer amca kıraathaneye;
Hoşbeş etmeye.
Hacı ninem çocukları sevindiriyor!
Velinin dedesi masal anlatıyor;
Öğle uykusundan önce.
Anadan üryan kalmış kalbim ve ben;
Yine bu toprağı özledik,
Toprağımızın insanlarını,
Daha doğrusu seni özledik.
Kerpiç evlerin yarı kirli duvarlarında, 
Horozlar öterken sabah,
Ta dağların ardından başlayan güne.   
Yarı uykulu yüzünün, 
Dağınık saçlarının,
En doğal haliyle; 
Seslenişlerini özledik; 
Anadolum!!

                                        Küpeli şair
                                                        Resim; Cantekin doğan


Monolog

$
0
0

Biz birbirine muhtaç iki deli, onca nefretten bir kırmızı balon yarattık.
Kasabanın bir sahilinde sen, bir diğerinde ben, birbirimize sırılsıklam sarılıp, fevkalede çabuk davrandık.

Şimdi göğüsümdeki bu ipten kurtulmak ne mümkün, onca efkarı paylaşmışken. Ben ki bencilliğine tutsak edilmiş bir donsuz esir, bugün yollara düştüm yüreğimdeki ipin izinden.

Ağaçlar bana rüzgarın sesini dinle diye fısıldarken, doğru sesin hitabını fark edemeyecek kadar körelmiş duyma yeteneğim. Soruyorum öyleyse cevapla; üç asırlık Beethoven hangi notasını işitebiliyordu, Moonlight Sonata'sını bestelerken?

Bana mutlu musun diye sorarken, aklına gelmez mi yüz hatlarımın aşağıya doğru çekilişi? Sabahlara kadar şişeden şişeye mektuplaşırken, akşamları kim geri getirecek bana, senden gelecek iyi haberi?

Bu kadar çok kitap okumasaydın, böyle kolay terk etmezdin içimdeki şiiri. Bu günlerde herkes sevdiğinin bakışlarındaki izlere kin kusarken, bana göz kırpan yine senin göz pınarlarındaki kurumuşluğun ihtişamı olmalıydı, ruhumu bedenime geri getirirken.

Sen ki şimdi benden uzakta, yeni anıların peşinde küçük bir kız çocuğu... Dilerim bir gün beni affedersin; bir deniz yıldızı olarak doğduğunda, okyanusumda batan ilk geminin pruvasında.


Cansu Eraydın

Yedi Tepe İstanbul

$
0
0


Bir yanımda ayak sesleri,
Öte yanım motor.
Telaş var! 
Koşuyor insanlar, 
Her bir yana...
 Düşmüş ateş yere
Deniz kızıl 
Gök kızıl
Duymuyor musun gürültüleri ?
Bir telaş var
Çığlıklı kadınlar
Bağrışlı adamlar
Ürkmüş, ağlamaklı bebeler

Bir yanım Anadolu
Öte yanım Avrupa
Ben ise ortadaki deniz de
 bir ada

Karışmış siren sesleri kornalara
 Akşam oluyor,gün bitmiş...
At gömleği.kravatı,
Sür bisikleti sahile.
Doyurmuştur martılar karınlarını,
Çığlıkları kesilir.
Aç ve dinle şimdi,
Kısa zamanında,
Ölüm sessizliğinin;
Yedi tepesini....


                                         Fotoğraf : Cantekin Doğan
                 Küpeli şair

Son Mektup

$
0
0


Heybeliada’da, 19’uncu yüzyıldan kalma ahşap, duvarları damar damar çatlamış, eski evimizdeyim. Seni en son uğurladığım yatak odamızın kenarında oturmuş, bana yazdığın mektubun üzerinden dolma kalemim ile harflerin gölgesinden geçerek, seneler evvel cevapsız bıraktığım sözlerine karşılık arıyorum.

Bu kağıdı boş da bırakabilirim, veya sana pişmanlıklarımdan bahsedebilirim. Kaderimizi, kalemimden çıkacak her bir kelime ile yeniden dikip birleştiremeyeceğime göre, harfleri bir araya getirerek ortaya aşk mısraları çıkartmak artık fuzuli.

İnsanın canını en çok acıtan duygu kaybetme korkusu mudur? Ben seni kaybedeli on yılı beş geçerken, ne kadar geç kaldığımı fark ediyorum silinmeye başlayan satırlarında.

Son mektubunu neden cevapsız bıraktığımı biliyorsun, biliyoruz. Sana içimdeki Ruhi Bey’den bahsederken bana boş bir ifade ile bakışın kadar yaralamadı yokluğunun farkındalığı.

Afife Jale’nin geri dönüşü olmayan bir hastalığa kapıldığı vakitler Selahattin Pınar’ın üzerinden eksik etmediği aşkının da, onu hayata geri döndürme çabalarının da çoktandır unutulmuş bir devrin çocukları olmaktı belki mutsuzluğumuz.

Herkesin hayatı romandı. Benimki ise, kötü bir çeviri. Sen kocaman bir ansiklopedi iken, ben, akşam üzeri kepenklerini kapatmakta olan bir sahafın arka raflarında sıkışıp kalmış, çıktığı devirde çok satanlar arasına girememiş, eski bir cilt roman.

Yüzünü unutmuş olabilirim fakat beni her yerde takip eder deniz.

Mavisiz bir şehre yerleşmek istedim çünkü her limanda bekleyeni sen zannedip koştuğum zamanlar oldu. Veya bir gemi yanarken onu karşısında bağdaş kurup keyifle küllerinin denize düşüşünü seyredişlerim. Benden en çok merhamet duygumu almış olmalısın. Senden sonra hiç kimsenin kalbine dokunamadım.

Cuma akşamları adada gittiğimiz meyhane şimdilerde el değiştirmiş; artık ne Müzeyyen Senar kulaklarda, ne de Ece Ayhan’ın Mor Külhani’si asılı duvarda. Devir değişiyor, baksana, biz bile haz duyamaz olduk cereyanında kaldığımız yeni sevdalarımızın pruvasında.

Seni en son gördüğümde kılıcına karşı bir gül tutuyordum. Kılıca karşılık gül, bir nikah töreninde. İroni ne çok can yakar, bilir misin?

Eski çalışma odamıza geçiyorum; ortada ne kütüphanemiz kalmış, ne de masamız. Ben evden ayrıldıktan sonra, sana aldığım kitapları oraya terk edecek kadar benden nefret etmiş olmalısın. Elime ilk geçen kitap ‘’Illuminations’’.  Çocukluğumdan beri ısınamadığım fransız şiirleri, ve sırf sana anlatacak bir hikayem olsun diye hafta sonları tüm harçlığımı yatırıp aldığım kitaplar... Benden Verlaine ile Rimbeau’nun eşcinsel ilişkilerini dinlediğinde nasıl şaşırdığını anımsayıp tebessüm ediyorum. Bu kısa sürüyor; aklımda bana karşı çıkışların, çatışmalarımız... Sana göre şiirde sembolizm de erotizm de gereksizdi; sen sözcüklerdeki müziği de resmi de anlamak için durup düşünmezdin, her kelimenin anlamı slogan tadında, anında büyülemeliydi seni. Bizi de sahipsiz bırakan senin anlık heveslerin ve kolaya kaçışların olmadı mı zaten?

Elimdeki mektupla yatak odamızdan çıkıp eski salonumuza geçiyorum. Pencerenin önünde seni beklediğim vakitleri anımsıyorum. Cemal Süreya’nın Tomris’ini görmek için sabırsızlandığı iş çıkışları, eve koşuşları , ve Tomris’in ona arkadaşlarıyla gezip dolaştıktan sonra eve gelmesini söylediği anı hayalimde canlandırmaya çalışıyorum. Nafile, ne sen Cemal gibi evin girişinde oturup bekleyecek kadar çok sevdin beni, ne de ben Tomris kadar karşılıksız bir özgürlük alanı tanıdım sana.

Evin en sevdiğim köşesi; dar koridor. En çok burada kavga ederdik. Sağ duvardan sol duvara, bir terazinin üzerindeymiş gibi dengede durma çabalarımız kalbimin her çarpıntısında.

Her yer karanlık. Mumlar sönmek üzere. Bilir misin, hatırlamak için görmeye bile ihtiyaç kalmadı artık. Ben kapkaranlık bir evin içinde senden gelen mektuba cevap yazabilecek kadar ezberledim kelimelerimin hizasını; ve yakamozun aydınlattığı karanlık bile canımı yakamaz artık, bu gösterişsiz Heybeli gecesinde.

Cansu Eraydın
Fotoğraf: Cansu Eraydın

Masumiyetin Katledilişi!

$
0
0


17. Yüzyıl sanatçısı Peter Paul Rubens'in ünlü tablosundan esinlenerek Sebastian Burdon ve Mat Collishaw tarafından hazırlanmıştır.

GELENEKSELLE YENİNİN BULUŞMASI: CEMAL SÜREYA

$
0
0

Cumhuriyet dönemi Türk Edebiyatı’nın önemli bir hareketi olan İkinci Yeni, planlanmış ve belirlenmiş bir düzlemde ortaya çıkan bir hareket değildir. İkinci Yeni’nin önemli şairlerinden biri olan Cemal Süreya’nın da değindiği gibi “II. Yeni bir akım olarak doğmadı. Bir programı ortak bir bildirisi olmadı.” Kendinden önceki edebi akımlara ve özellikle Orhan Veli’nin de bulunduğu Garip akımına şiirdeki dil ve anlam bakımından bir tepki olarak görülebilecek bu hareket çok kişinin de katılımıyla 1950’li yıllarda, yine Süreya’nın dediği gibi “şiirsel bir devinim” olarak doğdu. Anlam kalıplarını zorlayarak soyut bir anlatıma yönelim ve günlük konuşma dilinden bağımsız, özgün bir dil kullanımı bu hareketin en belirgin özellikleri arasında olup dönemin şairi Atilla İlhan ve eleştirmeni Asım Bezirci gibi isimlerin “anlamsızlık” tanımlamalarına maruz kalmıştır. Bu tanımlamanın uzağında olarak sayabileceğimiz ve ‘anlamsızlığı ilke edinmeyen’ dönem şairlerinden Cemal Süreya 1958’de yayımlanan ilk şiir kitabı olan Üvercinka’sı ile büyük bir beğeni toplar. Şair, güvercin kanadından kısaltarak elde ettiği kitabının ismiyle , hem Üvercinka şiirinin esin kaynağı olan sevgilisine hem de İkinci Yeni’nin getirmiş olduğu sözcük düzenine bir gönderme yapar: “Üvercinka anılması güvercinle karışık bir ad. Bir kadın adı. Barışa, aşka, dayatmaya dönük bir kavram…”

İkinci Yeni şiiri klasik tanımlarıyla anlamsızlığı savunan, eşyayı somutlaştıran, söz dizimini ve hatta sözcük yapısını değiştiren bir akım olarak görülmesinin yanısıra şiirin derinine inildikçe görülebilecek geleneksel bağları da içinde taşıyan bir şiirdir. Şiirleriyle bunun güzel bir örneği olan Cemal Süreya şiirine soyutlaştırma, değişik sözcük dizimi ve bunun gibi birçok yenilikle yaklaşsa da geleneğe bağlı kalan ve sürdüren bir şair olarak karşımıza çıkar. Bu durumu şu şekilde özetler şair: “ Bütün sanatlarda olduğu gibi şiirde de her gerçek yaratışın diriliği, tutarlığı sağlam bir geleneğin varlığına bağlıdır. Kişilik de humour da gelenekten doğar. (…) Çok geri planda şiirsel her yaratış, daha önceki dil değerlerinin, daha önceki şiirin yeni ve özel bir parodi’sinden başka bir şey değildir. (…) Aslında her sanat yapıtının gelenek bağı taşıması gereklidir.” Bu sözlerinden de anlayabileceğimiz gibi Cemal Süreya, şiirinde gelenek ve yeniliği anlamın yanısıra dilde sağladığı birçok yenilikle de vurgulamıştır. Ürettiği ve kullandığı bir çok yeni kalıp ve kelimelerin yanında geleneğe bağlı kalarak bir çok edebi sanata diğer şiirlerinde olduğu gibi Üvercinka kitabında yer alan şiirlerinde de yer vermiştir. 

Şair, şiirlerinde gelenekselle olan bağını büyük oranda kullandığı edebi sanatlarla sağlamıştır. Üvercinka kitabının ilk şiiri olan “San” şiirindeki : “Kırmızı bir kuştur soluğum / Kırmızı bir at oluyor soluğum” dizelerinde de görüldüğü gibi “soluk” kelimesi kişileştirilerek bir kuş ve ata benzetiliyor. Şairin burada kullandığı teşhis (kişileştirme) ve teşbih (benzetme) sanatları diğer şiirlerinde de karşımıza en çok çıkan söz sanatları arasındadır. “Önceleyin” şiirinin ilk dizesi olan “Önce bir ellerin vardı yalnızlığımla benim aramda” dizesinde yalnızlık kişileştirilerek bir insan şeklinde karşımıza çıkar. Yine aynı şiirde, “Sen çıkardın utancını duvara astın / Ben masanın üstüne kodum kuralları” dizelerindeki teşhis sanatıyla yapılan somutlaştırma gözümüze çarpmaktadır. Şairin kullandığı bir diğer sanatta birkaç şiirinde rastlanılan ve divan edebiyatında bolca kullanılan hüsn-i talil sanatıdır. “Yoksuluz gecelerimiz çok kısa / Dört nala sevişmek lazım” ,“Açlığa saygısından olacak / Beni görünce şapkasını çıkarıyor” ve “Sen ağzını ilave edince atlara / Birdenbire oluyor bu, şaşırıyoruz / birdenbire ötesine geçiyoruz varmak istediğimizin” dizelerinde rastlıyoruz gelenekselle olan bir başka bağına şairin. Bunun yanında şiirlerde belki de en göze çarpan özellik olan şaşırtma ve beklenmezlik anlamlarına gelen terdit sanatına rastlarız. Kitaba adını veren Üvercinka şiirinde bu unsur göze çarpar. Her dizenin sonunda tekrarladığı “Afrika dahil” bölümü son dizeden sonra “Afrika hariç değil.” olarak değişmiştir. Yine aynı şekilde “Dalga” şiirinde “İki gemiciynen Van Gogh’dan aşırılmış / Bir kadının yüzü ha ha ha.” Dizelerinde “ha ha ha” kullanımı bir şaşkınlık uyandırıyor okurun üzerinde. Bunun dışında Süreya’nın şiirlerinde çokça rastladığımız istiare sanatı da gözden kaçmaz. “Üçgenler” şiirindeki “üçgen” sözcüğü, “Elma” şiirindeki “elma” sözcüğü cinsel organları istiare yoluyla işaret etmektedir. “Hamza” şiirindeki bir başka dizede bu sanata örnek verilebilir: “Hamza bütün parmaklarını ortaya dökmüştü / Yirmi yıldır cebinde biriktirdiği parmaklarını”. Burada parmak istiare yoluyla paraya benzetilmiştir. 

Cemal Süreya’nın gelenekselle kurduğu bağın yanısıra şiirlerine İkinci Yeni şiiri dedirten birçok özellik de daha önce söylediğimiz gibi karşımıza çıkmaktadır. Şair alışılagelen sözdizimini zaman zaman bozmuş, yeni kelimeler ve bazen anlamsız gibi görülen sözlerin altına bir çok anlam yüklemiştir. Örnek olarak “Türkü” şiirinde “…Kadınların ya hem de bilsen nerelerinden / Kahin-klin kahin-klin” dizelerinde görüldüğü gibi “kahin-klin kahin-klin” gibi anlamsız sözcüklerin ardında kastedilen kadınların cinsel organıdır. Bunun yanısıra anlam kalıplarını yıkan, alışılmamış tamlamalar da karşımıza çıkar: “Afrikası uzun bir gece”, “Gibi bir Erzurumlu”. Şiirlerde “telcek-bulutcak” ikilemesi, “gözistan” kelimesi de şairin oluşturduğu yeni kavramlar olarak değerlendirilebilir. Yine alışılmışın dışında olarak argo kullanımı şiirlerde rastladığımız yaygın unsurlardan biridir.

Tüm bu bağlamlarda Cemal Süreya hem kullandığı benzetme, kişileştirme, terdit ve değinmediğimiz geleneğe ait birçok edebi sanatla şiirini geleneksel olanla kaynaştırmış ve süslemiş hem de şiire getirdiği yeni dil kullanımları ve anlamsal sapmalarla yeni olana şiirinde yer vermiştir ve Muzaffer Şerif Onaran’ın dediği gibi “alışılmış kelimelerin, alışılmış duyguların şairi” olmamıştır. Bu anlamda İkinci Yeni’nin önemli bir sesi olmuş ve yeni şiir algısının kurucu rollerinden birini üstlenmiştir.

Kaynakça

Güneş, Zeliha. Cemal Süreya’nın Şiir Dili. Eskişehir: T.C Anadolu Üniversitesi Yayınları, 2007.
Duruel, Nursel. A’dan Z’ye Cemal Süreya. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2003.Süreya, Cemal. Sevda Sözleri. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2010.


Ayşe Bahar Kanbur

9740K

$
0
0

Burnuma gelen keskin bir demir kokusuyla uyandığımda yerde yüzükoyun yatıyordum. Önümde kızıl bir toz bulutunun içinde boğazı kesilen, kolu bacağı kopan onlarca yarı çıplak adam birbiriyle çarpışıyor tüm güçleriyle haykırıyorlardı. Sağ kulağımdaki dayanılmaz uğultuyu durdurmak için başımı kaldırdığımda kulağımdan akan kanın içinde yattığımı görüp dehşete kapıldım. Bir an yerdeki kan birikintisinin üzerine yansıyan yüzüme baktım. Acaba kendi kulağını kesen ressam Van Gogh gibi bende şu anda kendi resmimi yapabilir miydim? 

Ayağa kalkmama toz bulutunun içinden sıyrılıp gelen iki adam yardım etti. Beni omuzlayıp derme çatma bir çadıra soktular. Gözlerindeki sürme sıcaktan akmış derisi buruş buruş olmuş yaşlı bir doktor kulağımı sararken yerde inleyen yaralılara baktım. Çoğu ölmek üzereydi. Bunu bir tahmin olarak söylemiyorum. Tıbbi bilgilerime dayanarak bunu görebiliyordum.

Yerde inleyen hastalara tepeden bakan uzun boylu iri bir asker kapının yanında sessizce dikeliyordu. Benimle işi biten doktor koşarak bu iri yarı askerin yanına gitti. Adam dönüp sırtındaki kılıç darbesini gösterdi. Ben dışarı çıkarken doktor adamın sırtını dikmeye başlamıştı bile.

Aslında on iki yıl süren yoğun eğitimimde kılıç kullanmayı çok iyi öğrenmiştim. Hatta ata binebiliyor uçak kullanabiliyor yemek ve bomba yapabiliyordum. Ama M.Ö. 2500’lü yıllarda yaşayan gözü dönmüş binlerce adamla çölün ortasında yalnız başına olmak bambaşka bir şeydi. Bu biraz pratik meselesi ve ben henüz acemi bir kâşifim.

Duruşumdaki garipliği sezmiş olacak ki az önce çadırda gördüğüm adam beni kolumdan tutup çekti. Simsiyah teni kanla yıkanmış gibiydi. Etrafa salyalar saçarak “Asker kendine gel yoksa seni ben öldürürüm!” diye bağırdı. Ardından da cevap vermemi beklemeden beni savurup attı. Kalkar kalamaz ondan olabildiğince uzaklaştım. Amacım kimseyi kılıçtan geçirmek değildi. Tam aksine buraya bu zaman dilimine olabildiğince az etki etmeliydim.

Aslında buraya Büyük Kefu piramidinin yapım aşamasında hanedanın savaşta olmayan döneminde gelmem gerekiyordu. Ancak zaman metrik hesaplamalarda küçük bir hata yapılmış olacak ki kendimi bir savaşında içinde buldum. Daha da kötüsü piramidin yapımı çoktan bitmişti. Yine de geriye elim boş dönmeyi istemediğim için bir ay boyunca mısırlı bir halı satıcısının oğlunun bedeninde yaşamam gerekti. Bu süre içinde piramidin projelerinin nerede saklandığını öğrenip bir plan yaptım.

Çölde olmak boşlukta olmak gibidir. Sonsuz kum taneleri ve sonsuz sayıda gezegen… Yıldızlar, şimdi 1800’lü yılların Parisli hanımefendileri kadar hoş görünüyorlar. Oysa birçoğunda öldürücü gazlar yıkıcı patlamaların olduğuna şahit olmuştum. Yeni yaşamların keşfedildiği gezegenlere de rastladım tabi ancak bu keşiften öteye gidemedi. Bu noktada durumum Kolomb’un durumundan farksızdır. Yeni bir dünya bulursun yine de asla hak ettiğin değeri bulamazsın.

Ben Stehangen sisteminin ürettiği binlerce klon kaşiften yalnızca birisiyim. Eski zamanlarda insanların özel birer harf dizimi ile adlandırıldıklarını öğrenince şaşırmıştım. Çünkü benim adım 9740K. Kulağa telefon modeli gibi geldiğini biliyorum. Bunun anlamı 9000’inci klon merkezi 700’üncü sıra 40’ıncı klon kaşif. İşte hepsi bu kadar… Kişisel bir anlamı yok. Kişisel hiçbir şeyim yok. Evim diyebileceğim yer belki araştırma ve değerlendirme merkezi ADM’dir. Oraya görevim tamamlandığında dönerim. Sıradaki görev için almam gereken eğitimi alırım. Görev bitimine kadar yetecek derecede vücuduma enerji depolanır ve yeniden bir şeylerin peşine düşerim.

Zamanın var olagelmiş en hassas madde olması yaşam kontrol merkezi adını verdiğimiz -diğer tüm sistem, merkez ve yaşam alanlarını kontrol altında tutan- merkezin yöneticilerini kaygılandırsa zamanın gövdesine delikler açmaya asla son vermeyecekler. Zamanda en ufak bir yıpranma evrenin felaketine neden olabilir. Bu nedenle gönderildiğim her görevde orada daha önce hiç bulunmamış gibi davranmam yani zamanı aldatmam gerekir. Bulunduğum zaman diliminde oraya ait olmayan hiçbir teknolojiyi kullanamam. Bundan dolayı Mısır piramidinin, o devasa mezarın içine kendi ayaklarımla girip hazine odasında saklı parşömenlerde yazılı planları hafızama kazımak zorundaydım.

Mezarın içine açılan bir geçitten girebilmek için yüklü miktarda rüşvet vermeliydim. Tabi ki para ihtiyacımı giderecek eğitimler almıştım. Öğrendiklerimi geceleri açılan gizli kumar ve bahis oyunlarında kullandım. Üç haftayı aşkın süre boyunca gündüzleri halı satıcısı geceleri bir kumarbaza dönüştüm. Kendimi Dr. Jeklly gibi hissediyordum.

Arap babama bir kervana katılıp ticaret yapacağımı söyledim. Beni üzgün gözlerle uğurladı. Ondan ayrılınca gün boyu içip bir handa uyukladım. Gece ilerlediğinde beklediğim adam hana geldi. Onun ardından çıkıp deveyle gittiği yolu takip ettim. Karanlık bir köşede altınlarını alıp kayboldu. Ardından başka bir adam karanlığın içinden çıkıp önüme düştü.

Piramide yaklaştıkça siyahlar içindeki adam yavaşladı ve durdu. Onu zar zor seçebiliyordum. Devemi onunkinin yanına sürdüm. Elini açmış altınları istiyordu. Zeus aşkına! Henüz mezara varmamıştık bile! Sağ elinin hançerinin üzerinde olduğuna bahse girebilirdim. Yine de çaresiz istediğini verdim. Birden gecenin karanlığında parlak keskin bir ışık gördüm. Saniyeler sonra da gövdeme yayılan yakıcı bir acı hissi belirdi. İhanete uğramıştım. Bedenim bir un çuvalı gibi yere yığıldı. Kıpırdayamadım derin birkaç nefes aldıktan sonra öldüm.

***

“Görevinde sadakatsizlik, yetersiz kabiliyet ve başarısızlık… Kesinlikle dönüştürülmeli.”

Kurul başkanı bunları salonun ortasında duran merkez eğitmenine söylüyordu. Bense bir köşede yeniden merkezdeki bedenimin içinde o da bir kapsülün içinde öylece duruyordum. Konuşma hakkım yoktu yalnızca dinliyordum. Bir klon daha kaybetmek istemeyen merkez eğitmeninin dolgun yüzü daha da şişmiş gibi görünüyordu.

“Biliyorum bunu yapmaya yetkiniz var.” Ellerini ovuşturup açınca mavi bir bilgisayar ekranı havada belirdi. Ekranda hasta insanlarla dolu bir binadan görüntüler vardı. Konuşmaya devam etti.

“Ancak ona sormalıyız. Belki bu insanların medeniyetini yok eden virüsü araştırmak ister.”

Kızıl saçları dizlerine kadar inen kurul üyelerinden bir kadın

“Biliyorsun orada ölen bir klon asla geri döndürülemiyor. Burada ise bize bir faydası dokunacak bunun mantıklı olmadığını siz de biliyorsunuz.”

Kurul başkanı kararını açıklamak için son kez düşündü. Oraya binlerce kâşif gitmişti. Hepsi de görevlerinde başarısız olmuş ve kurtulmak umuduyla bunu kabul etmişti. Ancak kimse o zaman diliminden döndürülememişti. Bir kâşif daha mı harcayacaktı yoksa besin deposuna biraz daha protein mi ekleyeceklerdi?

“Seçimi 9740K’ya bırakıyorum. “

Kararını açıklayan kurul üyeleri bir sonraki mahkemeye kadar çekildiler. Geniş salonda eğitmen ile yalnız kaldım. Kapsülümün ayarlarını oynayıp beni çıkardı. Ben giyinirken konuşmaya başladı.

“Hayal kırıklığı. İnanamıyorum bütün bu imkânlar ve teknoloji dâhilinde hayal kırıklığı yaşadığıma inanamıyorum!”

“Efendim bağışlayın ancak tüm bu teknolojiler gönderildiğim yerde işime yaramıyor.”

“Tabi lordum isterseniz emrinize bir filo ile bir düzinede yapay asker verelim. Ardından bu saçma evrenin daha ne kadar saçmalayabileceğini birlikte izleriz!”

“Bağışlayın efendim.”

“Neyse eğitime dönemem gerek kurul seçimi sana bıraktı.”

“Nereye gönderileceğim?”

“R23 Virüsünü araştırmaya.”

“Metal gibi maddeleri de çürüttüğünü duymuştum.”

“Gereğinden fazla şey duyuyorsun işte bunun için başarısız oldun. Seçimin nedir?”

Düşünmek için saniyelerim vardı. Tüm gezegeni, büyük bir uygarlığı eritip tanımlanamayan bir sıvıya dönüştüren virüsün beni yok etmesini mi yoksa acısız şekilde bir ölmeyi mi tercih etmeliydim.

“Efendim ben bir kâşifim ve tabi ki keşfetmeyi seçiyorum.”

“Peki, hazırlan eğitimini üç saat sonra belirleriz.”

***

Bir insandan tek farkı burun ve kulaklarının yerine küçük hava delikleri olan yapay danışman, eğitmenin talimatlarını bilgisayara işliyordu. Aslında onun da bir bilgisayar programlaması olduğunu düşününce ortaya ironik bir durum çıkıyordu. Bu bilgisayarın ayarlamalarıyla eğitim alanları gerçeğe uygun şekilde birkaç dakika içinde tasarlanıyor ve hayata geçiriliyordu. Talimatları bitince eğitmen bana dönerek

“Tam sekiz gündür dinlenmiyorum. Enerji depolama kapsülüne girmeme daha iki günüm var. Bunun için beni iyi dinle sana bunları yeniden anlatamam. “

Karşıma geçip oturdu. Robotun salondan ayrılmasını bekledi. Geçtiğim psikolojik eğitimlerin etkisiyle söylediği birkaç kelimenin ardından tamamen ona odaklanmamı sağladı. Artık evrende bir deniz hayvanını anımsatan patlak dudaklardan çıkan kelimelerden daha önemli hiçbir şey yoktu benim için.

“Kâşif, sen Stehangen’in ayrılamaz bir parçasısın. Seni doğuran Stehangen’e borçlusun. Sen Klon 9740K’sın. Bu nedenle şerefli bir görev adına sisteminin devamı için buradan gönderileceksin.”

Bu cümleleri duyduktan sonra kendimi kontrol edemiyordum. Sanki bu kelimeler bedenimi kilitleyen kodlar gibiydi ve devamında gelen kelimeler beni yeniden yazılan bir program gibi yeni baştan ayarlayabiliyordu.

“Kâşif, Epnina adlı gezegene değişim yoluyla gönderileceksin. Burada R23 virüsünün bulaşmış olduğu bir kentte 26 yaşında bir gazetecinin bedeninde doğacaksın. Bu aşamada içinde bulunduğun bedenin tüm zihinsel aktiviteleri sıfıra indirgenecek. Stehangen seni geri çağırdığında beynin zihinsel aktiviteleri yeniden işleyecek. Eğer yabancı bedenin içindeyken öldürülürsen buradaki zihinin de ölecek. Amacın R23 virüsünün kaynağını bulup onun bir tanımını sunmak olacak. Eğer bu görevde başarısız olursan kurulun seni dönüştürme yetkisi olacak. Görev 9740K’ya verilmiştir.”

“Emredersiniz efendim!”

Bir haftalık hızlandırılmış bir eğitim aldım. R23 hakkında bilinenler çok sınırlıydı. Bu nedenle onunla savaşmak için nelere ihtiyacım olacağını kestirmek zordu. Her eğitimde olduğu gibi uzun süre nefesimi tutmayı, aç kalmamayı, insanları kandırabilmeyi öğrendim. Epnina gezegeni ile aşağı yukarı aynı teknolojiye sahiptik. Yalnızca iki gezegen arasındaki uzaklık farkı bizlerin ayrı zaman dilimlerinde yaşamamıza neden oluyordu.

Saatler süren eğitimlerin ardından hücreme kapatılıp bekliyordum. Bir haftanın sonunda yapay askerlerden ikisi beni hazırlamak için geldi. Her görevde olduğu gibi beni soyup devasa bir tüpün içine yerleştirdiler burada ayakta duruyordum. Tüpün içine beyaz kokusuz bir gaz veriliyordu. Bu gaz tüm bedenimi hareketsiz kılıyor bir kayadan farkım kalmıyordu. Ardından bedenimin ihtiyaç duyacağı tüm enerji serumlar sayesinde aktarılıyordu. Son aşamada bilgisayarın tiz sesini duyuyordum.

“9740K gönderildi.”

***

Doğmak yeniden ve yeniden… Yabancı bir bedende başka birinin düşüncelerini ezip geçmek… Tıpkı bir virüs gibi onu ele geçirmek… Bunu yapmaktan memnun muydum bilemiyorum. Yetişkin bir insan olarak klonlandığımdan bu yana yıllar geçmişti. Birçok görev almıştım. Onlarca bedene izinsiz yerleşmiştim ben bir kâşif miydim yoksa bir virüs mü? Zamanın güvenli duvarlarını kıran dengeyi bozan bir virüs… Düşünmeye vaktim yoktu.

Yerleştiğim beden uykudaydı. Kalkıp etrafı dolaştım. Geniş bir yaşam alanı vardı. Virüsün buraya ulaşmasına saatler kalmıştı. Çaresizdi. Uyku ilacı alıp uyumuştu. Hemen üzerimdekileri değiştirdim. Elleri çok zayıf kolları da güçsüzdü. Bu bacaklarla uzun mesafe koşamazdım. Üzerimi değiştirdikten sonra alandan çıkmak üzereydim ki salonun birinde açık bir bilgisayarın ekranı ilgimi çekti. Ekranda R23 ile ilgili çıkan haberler gazetecinin kendi araştırmaları ve bir makale vardı. Bunlar ADM’nin sahip olduğu bilgilerden kat kat fazlaydı.

Bilgisayardaki tüm verileri üç dakika içinde taradım ve hafızama kazıdım. Salondan ayrılırken yalnız olmadığımı fark ettim.

“Vulun uyanmışsın.”

Bugüne kadar onlarca kadın görmüştüm. Birkaçıyla evlenmiştim bile. Ancak kimse onu gördüğüm andaki gibi hissettirmemişti. Hatta ilk kez bir şeyler hissetmiştim. İlk kez duygularla tanışıyordum. Olabildiğince kısa konuşmalıydım. Oysa ona her şeyi anlatmak için can atıyordum.

“Evet, buradan uzaklaşacağım. Kendi başının çaresine bakabilirsin.”

Dağılmış saçlarını tutup şaşkın halde bana bakıyordu.

“Dün saatlerce kaçmak için yalvardım. Bunun boşuna olduğunu söyleyen sendin. Seni yalnız bırakmadım. Şimdi bu da ne demek oluyor! “

“Kararımı değiştirdim. “

“Anladım. Ben buradayım. Hiçbir yere gitmiyorum. Sanırım bu virüs düşüncelerimizle istediği gibi oynayabiliyor.”

Zaten gidecek bir yerinin olamadığını anlamıştım. İlk defa içimde yakıcı bir his duyumsadım. İnsanların “mutsuzluk” dedikleri şey sanırım bu olmalıydı ya da en azından ona yakın bir şey.

Yaşam alanından çıkıp küçük ama hızlı bir araç çaldım. Zaten terk edilmiş olduğundan kimsenin buna itirazı yoktu. İnsanlar yaşam alanlarının etrafına çıkmış dipsiz bir karanlığa doğru umutsuzca bakıyorlardı. Herkes araçlarla uzaklaşmaya çalışıyordu. Ancak uzaklardan gelenler de bu kaçışın anlamsız olduğunu fark etmiş gibiydi. Dışarıda karmaşa hâkimdi. Toplum güvenlik ekipleri görevini yerine getiremiyordu. Kimse mantıklı düşünemiyordu.

Aracımı trafik akışının tersine virüse doğru sürdüm. Herkes şaşkınlık içinde yol açıyordu. Plan yapacak kadar zamanım yoktu. O şey her neyse onu bulmalıydım. Kafamın içindeki tek ses buydu.”Onu bul ve tanımla!” O beni bulup öldürmeden yapmalıydım bunu. Geçtiğim yerlerde çürüyen insan bedenleri yıkılan binalar gittikçe artıyordu. Havada ışıltı bir toz vardı. Rengi çoğu zaman turuncu yer yer yeşile dönüyordu. Toz bulutlarının içinden etraftaki her şeyin devasa yapıların bile eriyip sim siyah bir sıvıya dönüştüğünü görüyordum.

Tüm bunlar bilgisayarda okuduklarımla aynıydı. Aracı yoğun turuncu bir bulutun içinde durdurdum. Bir makale Feer adlı bilim insanı bu gazın gezegene ait olmadığını hatta bu zaman dilimine bile ait olmadığını savunuyordu. Ona göre bu boyutlar arası bir kırılmadan bir tür bozunmadan meydana gelmişti.

Orada kaldığım kısa süre içinde başımdan geçen her şeyi düşündüm. Tanıdığım hayatları, öğrendiklerimi, sistemleri, yapay klon ve gerçek insanlarıyla bu karmaşık ağı düşündüm. Ve o kızın bakışları zihnimde canlandı. Bakışlarıyla bana bunun yanlış olduğunu söylüyordu. Bu virüsün ne olduğunu biliyordum. Eğitimlerimde zamandaki küçük hataların giderek büyüdüğünü artık istenilen zamana gönderilemediğimizi öğrenmiştim. Görevdeki bazı kâşifler zihinsel bazıları da fiziksel sorunlar yaşamaya başlamıştı. Şimdi de bu bölgeye gönderilen kâşifler geri döndürülemiyordu.

Makaleyi yazan bilim insanının elbette tüm bunlardan haberi yoktu. Ancak o bir dahi olmalıydı çünkü bulduğu sonuç doğruydu.”Zaman gövdesine açılan delikleri onarıyordu.” Bu bölgeye zaman yolculuğu mümkün olmayacaktı. Gittiğim tüm delikler kapanacaktı. Gönderilen tüm kâşifler görev alanlarında sıkışıp kalacaktı. ADM’de kalan bedenleri enerji yetersizliğinden dönüştürülecekti. Evrende zaman yolculuğu için açılan tüm delikler kapanacaktı. Yeni alanlar arayacaklar buldukları en ufak yere delikler açacaklardı. En sonunda tüm delikler kapadığında R23 diye adlandırdıkları madde ki bana göre o “sonsuzluktu” Stehangen’i ve diğer tüm sistemleri de yutacaktı. Geçmiş ve gelecek tüm sistemleri.

Seren Ay Şahin

Dilan Bozyel’le Fotoğraf Atölyesi

$
0
0


4 - 5 - 6 - 7 Ağustos

Fotoğraf sanatı aracılığıyla günlük hayatımızı daha yapıcı kılarak yaşamak için bir hazırlık niteliği taşıyan atölyemizin programı şöyle:

1.gün 4 Ağustos:

10:00 - 12:00

.Tanışma, fotoğrafın hayatımızdaki önemi
.Farkındalık, algı ve kompozisyonun önemi
.Fotoğraf yazmak ve örnek çalışma

15:30 - 19:30

.Yazılan fotoğrafların kolaj sanatıyla resmedilmesi
.Katılımcılar ile portre çekimi

2.gün 5 Ağustos:

10:00 - 12:00

.Fotoğrafın kısa tarihi
.Kameralar ve çeşitleri, başarılı bir fotoğraf için kameranın önemi
.Selfie (özçekim) tarihi ve sanatsal değeri
.En yaratıcı selfie yarışması

15:30 - 19:30

.Şiir okuyarak, şarkı dinleyerek sözlü bir fotoğraf karesi yaratma çalışması
.Diane Arbus Fur film gösterimi

3.gün 6 Ağustos:

10:00 - 12:00

.Sanatın günlük hayatımızdaki önemi
.Sanatçı psikoloji analizi

15:30 - 19:30

.Belli konseptler ile kısıtlı zamanda fotoğraf çekimi
.Çekilen fotoğraflar üzerine interaktif söyleşi

4.gün 7 Ağustos:

10:00 - 12:00

.Gözdağı belgesel gösterimi ve üzerine yorumlama çalışması
.Üç gün içinde yapılanları gözden geçirme, soru cevap saati

17:30 - günbitimi.

.Fotoğraf yarışması için bölge, saat ve konsept bilgileri
.Yarışma bitiminde buluşup kazananı belirleme
.Bir savaş fotoğrafçısının hayatını anlatan ‘Binlerce Kez İyi Geceler’ film gösterimi
.Atölye sonu


http://dilanbozyel.com

----//----

Gümüşlük Akademisi, Bodrum
4 - 5 - 6 - 7 Ağustos 2014
*Gümüşlük Akademisi Vakfı yararına yapılacak atölye çalışmasının katılım ücreti 150 TL'dır.


4 gün, tüm gün interaktif sanat atölyesi
*Kontenjan 15 kişiyle sınırlıdır.
*Atölye katılımcılarına ait ortak bir instagram hesabı ve blog açıp, günlük çalışmalardan ortak forum olarak kullanabileceğimiz arşiv oluşturulacak.
*Katılım için, fotoğrafla ilgilenmek ve çalışmaya fotoğraf çekebilen herhangi bir digital kamera ile gelinmesi dışında bir şart aranmamaktadır.

*Önceden kayıt yaptırınız.
*Konaklama için: http://www.gumuslukakademisi.org/Reservation.aspx

Kayıt ve iletişim için:
info@gumuslukakademisi.org
www.gumuslukakademisi.org
0554 345 2991
Viewing all 150 articles
Browse latest View live